"…Verdiğin şey yanlızca borç ya da birine kefillik olsun, ardında bıraktığın bir rakam olsun ama o insanı mutlu eden birşey olmasın. Kişi ilk başta verirken [karşılıksız], karşısındakiler için verdikleri önce artı değer. Ama orada veren gerçek benlik değil, egosu. Bir insan, ister annesi ister çocuğu olsun, bir başkasına birşey veremez. İnsanın varoluşuna aykırı. İnsanın varoluşu kendi bireyselliği, kendi varlığıdır. Kendimizden çıkıp karşımızdakine geçmek mümkün değil. Birine birşey verirken ardında hep kendi çıkarımız yatar. O çıkarın içindeki amacı ya da kavramı yakalayabiliyorsak buna da şapka çıkarmak gerekir. Sartre bunu varoluşçuluğun en önemli kavramlarından biriyle dile getirir. İnsan özgürlüğe mahkumdur, der. Birey özgür olmalıdır. Özgür olabilmek için ne gerekir? Bireysel sorumluluk. Bireysel sorumluluk, kendi kendimizin sorumluluğunu almaktır. Hiçbir bireysel sorumluluk bir başka insanın sorumluluğunu yok ederek alınmaz… Vermek aslında kendi yokluğumuzun yanılsamasıyken bunu varlık zannediyoruz. Bu sadece ilişkilerle sınırlı kalmıyor elbette, toplumlarda da aynısını yapıyoruz. Sartre geçmişini şimdide var ederken, orada aldığı kucak dolusu veri ile yapıtlarımla, varlığımla şimdi neredeyim acaba diye sorarak bir iç muhasebeye girer. Toplumların, ilişkilerdekine benzer tuzaklardan kendimi kurtarabildim mi?

İlişkilerin tuzakları nelerdi? Bizi karar verme yetisi ve bireysel sorumluluk almaktan, kendi tutkularımızı ve varlığımızı arama zahmetinden kurtararak, anne-baba-çocuk üçgeninde yaşanılan nesne kavramlarının benzeri bir insanda kendimizi yok ederek bir asalak gibi yaşamak. Aynısı toplumlarda görülür. Ekonomi iyi gidiyor, savaş var ama uzağımda, evimi işgal eden de yok ama varsın insanlar mahkum olsunlar, ölsünler, başka bir şekilde sefil olsunlar, haksızlığa ya da adetsizliğe uğrasınlar bana ne bunlardan. Sıcacık evim, son model arabam var, kendi yaşadığım alanda, mekanda özgürüm. Üzgünüm ama oyununuzu bozacağım der Sartre. Bir gün sizin de evinize gelecekler ki zaten bahçenize kadar girdiler ama farkında değilsiniz. Kendi bireysel çıkarlarınız uğruna yaratabilme cesaretini ve varlığınızı öldürmemelisiniz. Çünkü aslında bir anda bütün sorumluluğu ve insiyatifi karşımızdaki insanlara vererek sözde kendimizi yaşıyor zannederken aslında hepimiz yok ediliyoruz. Ve şunu da unutmamak gerekir, insanlar ve toplumlar bize ait olanları bizden yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, sinsice alır. Karşımdakine önce zamanını verirmisin derim, hepi top zamanım, alsın ne olacak ki der. Ama o vermenin içinde aman onu kızdırmayayım, beni reddetmesin saklıdır. Sonra bilgisini, ardından kültürünü, geleceğini isterim. Böyle böyle onu soymaya başlarım. O da içinden, alsın bilgimi ne çıkar bundan diye diye bir bakar ki herşeyini almışım, onun alanını yavaş yavaş daraltmış ve onu yok etmişim…"1

Sevgili Mine Özgüzel’in kitabında, Sartre gibi nice edebiyatçının varoluş şekilleri incelenmiş ve yazarın gözünden süzülerek kaleme alınmış. Kitapta, herkesin kendisine yakın bulacağı bir edebiyatçının olduğunu düşünüyorum. Biz onları keşfettikçe, kendi yolculuğumuza da ışık tutuyoruz.

Bununla beraber Mine Özgüzel’in benimle paylaştığı bir yöntemi de anladığım ölçüde aktarmadan geçmek istemiyorum: “İnsan, kendini başka insanlar üzerinden tanır. Sokakta karış karış dolaşarak her gün bir insan tanımak pratikte mümkün olmayabilir. Bu noktada edebiyat bize yetişir. Eserlerde karşılaştığımız insanlar ve o insanları yazanlar, aynı sokaktakiler gibidir. Onları tanıdıkça, kendimizi de keşfetmeye devam ederiz.”

Edebiyat’ın hayatınızdan çıkmaması dileğimle…

Kitap yayınevi sayfasına erişmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Kitap Kapağı


  1. Mine Özgüzel, “Edebiyat Terapi Yoksunluktan Varoluşa,” Jean - Paul Sartre, sf.73-75, 2019 ↩︎