Ben hiç savaşa gitmedim. Askerlik zamanı elimize tutuşturdular silahı, onda da 1 atışım var. “Savaşabilecek” bir özüm olduğunu da sanmıyorum – umarım sınanmam.

“Siperde ateist olmaz” sözünü duyduğumda lise yaşlarındaydım. Din konusu henüz tereddüttü içimde. Sonraları tanrıyı dinden hariç de bulabileceğimi öğrendim kendi kendime.

Sabah uyandığımda gazete kupüründe görmüştüm sahile vuran küçücük cesedi. Ağladım. Birçoğumuz ağladık belki. Hiçbir şey yapmadan hayata devam ettik. Dönüp dönüp resmi gözümde canlandırdığımda hala içim buruluyor; hiçbir şey yapmadan devam ediyorum, birçoğumuz gibi.

Kuveyt harbinde Cidde’deydim ailemle; babamın bir akşam bizi tuvalete toplayıp havalandırma menfezlerini çöp poşetleriyle kapatıp bantladığını hatırlıyorum. Kimyasaldan korkuyorlardı. Ben savaş ne bilmiyordum, korktuğumu da hatırlamıyorum, çocuktum.

Ölüm korkusunu bir defa yaşadım. Gözümde bir kitle tespit etmişlerdi, kanser olup öleceğimi düşünmüştüm. Ölmeyeceğim haberini 3 gün sonra aldım.

Gölcük depremi olduğunda Ankara’daydım. Gece yarısı kapıcının kapıya vurması ve apar topar ütümüzle pijamalarımızla sokağa indiğimizi hatırlıyorum. Bir arkadaşım deprem sırasında merkezindeymiş. Taksim’e çıktığında 6 ıslak hamburger yiyen aynı arkadaşım sonradan vejetaryen oldu.

Ölüm korkusuyla kulağımın dibinden uçuşan mermileri, parçalanmış cesetleriyle gördüğüm tanıdıklarımı, çocuğumu koruma dürtüsü içerisinde aynı zamanda çaresizliği yaşamadım. Ölüm – ölmek – bu sözcükler kolay kullanılıyor, anlamakta zorlanıyorum. “Savaştan kaçmış… terketmiş”ler onursuz, gurursuz damgalanıyor… anlamıyorum. Sivil olup, savaşı kapısında görüp kaçmamış kimseyi henüz tanımadım; hatta tanıyanı bile tanımadım… Ben mi eksiğim? Nereden biliyorlar?

Kapıyı çalana “kim o?” demek adetimizdir. Elbette “kim o?” denmeli. Hırlı mı hırsız mı bilmeden kimse alınmaz eve. Çaresiz olduğunu söyleyene kucak açmak yine adettendir, insanlıktır. Ama evin anahtarını hemen verir miyiz bu tanrı misafirine? Evde misafir ettiysek, bir süre sonra onu da hane halkından sayıp evdeki görev dağılımına dahil etmez miyiz? En azından aynı dili konuşalım, bir evde yaşıyoruz demez miyiz? Diyelim hepsini geçtik ve eve aldık, sonra kovulur mu tanrı misafiri? Suçlanır mu korkaklıkla bilmediğin bir acıdan ve bilmediğin bir korkudan kaçtığı için?

Söylenecek çok söz varken, ben olan biteni anlamıyorum. Bunları neden yazdım, bu özür bana ağır geldi ondan sanırım…