Bu yazının başlığını çok çevirdim kafamda. “Deprem ve Muz Kabuğu” istediğim bir başlıktı ancak bir yandan da alaycı bir nüktesi olmasını istemedim. Güneydoğu depremi sonrası yaşananlara alaycı yaklaşmak istemiyorum. Bizim memlekette kinik olmak çok zor değil - kurnaz olduğumuz ve çok akıllı insanlar olmadığımız malum - bu hususta trajiden çıkarımlarım benim için daha kıymetli.

Bu yazıyı yayınladığım gün itibarıyla depremin üzerinden bir aydan biraz fazla zaman geçti, ben ancak düşüncelerimi topluyorum.

Deprem süresince medya, süreci bizlere bir felaketler silsilesi olarak aktarmaktan başka iş yapmadı. Çok sevgiyle (!) andığım Reha Muhtar’ın, biraz da eğitilmiş (!) siyasi tabanın mirası olan “acı var mı acı?” küresinin dışına çıkan oldu mu bilmiyorum. Medya ve habercilik ülkede ne yazık ki magazinin (onda da avam bir magazinin) ötesine geçmiyor. İzlediğimizde sadece ağladığımız, insanların çaresizliğinde kendi çaresizliğimizi yaşadığımız bir süreç yaşattılar bize. Kalansa öfke ve suçlama oldu.

Herkes birbirini suçladı. Devlet müteahhiti, müteahhit yapı denetimi, yapı denetim beton santralini… Neyse ki kimse vatandaşa parmak göstermedi. Ne de olsa hükümetler, yerel idareler, yapı denetim ve sair mercilerin hepsi bize başka gezegenden gönderilmiş insancık benzeri yaratıklar.

Bir hikaye duydum; yorumunu size bırakıyorum. Hikaye 30 yıl öncesine gidiyor. Deprem bölgesinde müteahhtin biri 5 bloklu bir site inşa etmiş. Bu bloklardaki daireleri satarken, alıcıların kiminden daire aldıkları blokta 2 kat fazladan yapabilmek için muvaffakat istemiş. Bu muvaffakatnamede, vatandaşın gidip durumdan şiketçi olmayacağı yazıyormuş. Böyle bir muvaffakatnamenin tabii ki hiçbir hükmü olmaz ancak vatandaşın böyle bir bilgisi olmayacağını kabul edelim. Hikayenin devamında müteahhit, muvaffakatnameyi imzalayan alıcılara, çok özel bir indirim yapıyormuş - evin satış fiyatına ayrıca %25 iskonto! 5 bloklu sitenin 4 bloğunun çoğundan bu muvaffakatname toplanmış, müteahhit de sözünü tutup bu 4 bloğun üzerine 2 kat falzadan inşa etmiş. Sonra ne mi olmuş? Deprem’de 5 boğun 4’ü yıkılmış, imza vermeyen tek blok ayakta kalmış…

Hikaye doğrudur - yalandır birşey diyemiyorum. Ancak bizim ülkemizde böyle bir durumun gerçek olabileceği bana son derece inandırıcı geliyor. Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor. Ne de olsa insanımız işini çok iyi bildiğinden(!), kendi maddi menfaati için elbette böyle birşeye imza da atmış olabilir. Teşbih’te hata olmaz, niyetim vatandaşı suçlamak değil, içinde olduğumuz bataklığa el birliğiyle sürüklendiğimize işaret etmeye çalışmak.

Seneler önce, Gölcük depreminde sivil savunmada ağır iş makinalarının koordinasyonundan sorumlu birisiyle tanıştım. Deprem bölgesinde, enkazlara makina göndermek istediklerinde yaşadıkları zorluklardan bahsetmişti. “Kepçe’yi çıkartıyoruz, yol yok. Enkaz alanına ulaşmak için başka enkazların üzerinden geçirmemiz gerekiyor makinaları. O da mümkün mü, her enkazda ya birinin yakını ya da tanıdığı var. Vatandaş makinaların geçmesine izin vermiyor, biz de elimiz kolumuz bağlı çare bulmaya çalışıyorduk.” Duygu seli yaratmak istemediğimden çok özet geçtim. O enkazların altında kimi cenazesini, kimi hayatta olduğuna inandığı, kurtarılmasını beklediği yakınlarını koruyordu.

Amatör telsizci bir arkadaşım var İstanbul’da. Bir dönem ben de amatör telsiz ruhsatı almaya heveslendim, kendisiyle sohbet etmişliğim oldu. Sohbet esnasında bahsetti; amatör telsizciler olarak İstanbul’da iyi örgütlendiklerini, her mahallede (veya birkaç mahallede bir) bir amatör telsizci olduğunu ve kendi röleleriyle şehir içi telsiz iletişimi kurabildiklerini anlatmıştı. Her telsizci mahallesindekileri tanır, kimin kim olduğunu bilir demişti. Bir afet anında, birbirleriyle koordineli çalışabileceklerinden bahsetmişti. Bu koordinasyon sonradan AFAD tarafından dağıtılmış. Arkadaşım Pangaltı’da yaşıyor, mahallelerinden sorumlu “iletişim” kişisi Zeytinburnu’ndaymış…

2019’da İstanbul hafifçe sallanmıştı. O dönem bir yazı yazmıştım… Deprem’de başımıza ne geleceğini bilemeyebiliriz ancak, deprem sonrası ne yapabileceğimizin şimdiden tedbirini alalım düşüncesinde… Güneydoğu felaketinden sonra İstanbul’da konuştuğum herkes, kendini kurtarma derdinde. Kimse, “apartman olarak ne yapacağız?” veya “bizim mahalle / bizim sokakta ne yapabiliriz?” düşüncesinde değil. Herkes sanıyor ki, depremden tek başına sağ çıkarsa paçayı kurtaracak. “Düşünüp birşey yapmazsanız, depremden tek başınıza sağ çıktığınızda, sevdiklerinizin enkazı başında sağ kalmaya çalışacaksınız” diyemiyor insan. Herkes şimdi sağlam bina arıyor kendine, Zekeriyaköy’e hücüm. Orada evler az katlı ya, yıkılma riski (kendilerince) düşük. Tabii o kadar talep olunca fiyatlar da tavan yaptı. Ama önemli değil; insanımız kurnaz olduğu için, ödesin bakalım o paraları bir dönem. Şehirin geri kalanı öldüğünde tek başınlarına kuzey yollarını tutarlar artık. Nasılsa suçlanacak birileri bulunur…

Deprem çantası önemli husus. Herkes liste çıkartıyor deprem çantasına ne koyacağıyla ilgili. Piller tazeleniyor, makarnalar stoklanıyor. Çadırı, tulumu, yağmurluğu derken, biraz gerçekçi bir çanta hazırladığınızda karşınızdakinin bir “çanta” değil “deprem valizi” olduğunu görüyorsunuz. Hepimiz de o denli eğitimliyiz ki, deprem anında soğukkanlılıkla valizimizi alıp hızlıca terk edeceğiz oturduğumuz apartmanı. Valizimiz yanımızda olursa, sokakta sağlamız nasılsa. Oldu ya sevdiklerimizi de alıp valizimizle çıktık evimizden, 3-4 güne yağma - talan gibi dertlerimiz hiç olmayacak. Çadırımız ve uyku tulumlarımızla kamp yapacağız, ateş yakıp güven içinde yardım bekleyeceğiz enkaz alanının biraz ilerisinde…

İstanbul’da binalarımız çürük. Bir mimar olarak kendi oturduğum evi de dahil ediyorum buna. Ağaoğlu kendisi çıktı televizyonda, “80 öncesi tüm binaları deniz kumuyla yaptık” diye. Bu binaları ya yıkacağız ya da güçlendireceğiz. Vesileyle bu süreçte çok kızdığım bir başka algıyı da paylaşmak istiyorum.

Türkiye son döneminde vahşi-batı gibi olduğu için (bazen yarı açık tımarhane de diyebiliyorum), her gün farklı bir riskler silsilesi içinde yaşıyoruz. Ancak hakkını yememek lazım, bu sayede vatandaşımız çok bilgilendi. Ekonomik kriz oluyor, hepimiz ekonomist kesiliyoruz. Borsa, döviz, altın, hepimizin konuyla iligli çok iyi fikri oluyor. Herkes parayı nasıl kurtaracağını, memleketein önümüzdeki 2 senesinin ne şekilde yönetilmesi gerektiğini biliyor. Siyasetçilerimizin çoğunun eğitim almasına gerek yok, biraz bürokrasi birikimi içlerinden birkaçını devlet yönetimine kadar götürebiliyor - hepimiz şahitiz. Benzer şekilde deprem oluyor, fay hattı taşınmasından, binanın temel tipine varana dek herkes duruma hemen haiz, konuyu hızlıca kavrayıp ne yorum yapacağını çok iyi biliyor.

Küçükten büyüğe, “eğitim"in gerçekten ne olduğu bize öğretilmediği için, kaçınılmaz sonuç sanırım. Bilmediğimizi bildiğimiz gün belki birşeyler yapmaya başlayacağız.

Mühendislik bir bilimdir ve bir disiplindir. Ben mühendis değilim, mimarım. Ancak sanırım birçoğumuzdan daha az statik bilgim var, çünkü yapılan bazı yorum ve genellemelere inanamıyorum. Birkaçını paylaşmadan geçmeyeceğim, belki gülümsersiniz. Birincisi; buranın zemini sağlam mı? Sağlam veya değil, binan doğru inşa edilmediyse birşey fark etmeyecek… İkincisi radye temel. Radye olunca daha sağlam oluyor… Hayır, olmuyor. Temel bir mühendislik hesabı ve optimasyon ile belirlenir. Pabuç temel radyeden daha sağlam veye tersi diye bir durum olmaz. Zemin katsayıları, bina yükleri, yapının bu yükler altında davranış biçimleri ve sair bilgilerin bir optimasyonu ile temel tipine karar verilir. Hatta işin içine ekonomi de girer. Radye temel daha sağlamdır demek, 2 kapılı bir arabanın 4 kapılı bir arabadan daha hızlı gittiğini varsaymak gibidir. Üçüncüsü ise beton sınıfı… Elbet mevzuatın gerektirdiği asgari beton sınıfları vardır ancak bu da bir optimizasyondur. Beton sınıfı, birçok hesabın yanında taşıyıcı ebatlaması, seçilen donatı ve yükler doğrultusunda belirlenir. Bir binada tasarlanandan daha yüksek sınıfta beton kullanırsanız, depremde o bina “kırılır.” Ayrıca, betonu döken müteahhit doğru şekilde kürleme yapmadıysa, iş zaten ayrı bir çıkmaza gider, bina yine çöker. Atlayamacağım son bir yorum da “az katlı bina.” Mühendisi ve müteahhiti doğru iş yapmadıysa depremde çok katlı da az katlı da yıkılır. İster 20 katın altında kalın, ister tek kat altında kalın sonuç değişmez, ölürsünüz. Örnekleri çoğaltabilirim, maksadını aşmasın istiyorum. Özetle söylmek istediğim, bilmediğimizi bilelim ve lütfen işini seven, bilen ve yetkin insanlara iş yaptıralım. Bu insnlara karşı üç kuruşun hesabını yapmayalım, haklarını verelim - kendimiz de genellemelerden uzak duralım. Bu genellemeler, bize saçma sapan şekillerde eğitimsiz kurum/insanlarca pompalanıyor ve iyi iş yapan insanları işsiz bırakırken, reklam yapabilen ve yetkin olmayan müteahhitlerin prim yapmasını sağlıyor.

Yakın bir arkadaşım Dağcılık Federasyonu’yla beraber deprem bölgesine yardıma gitti. Döndüğünün bir sonraki haftası buluştuk. Birkaç kişiydik, ben ve diğer arkadaşlarımda merak vardı, onun da sanırım içindekileri dökmesi gerekiyormuş. Akşam 7 sularında buluşmamız sabah saatlerine dek sürdü. Anlattıklarını dinleyip eve döndükten sonra panik yaşadım, ağlama krizine tutuldum. Depremden 12 saat sonra evinden hareket eden arkadaşımın ilk enkaza müdahalesi ancak depremin 40. saatini bulmuş. Detaya girmeyeceğim; ülkece koordinasyonsuzluğumuz ve liyakatsiz insanların elinde ne duruma düştüğümüz malum. Suçlamadan ve anlattıklarından aklımda özellikle kalan birkaç anektodu paylaşmak istiyorum:

  • Enkaz kaldırırken betonu kırıp kaldırmak bir yere kadar sorun. Kirişlere dolanan halıları hiçbir ekipman / aletimiz kesip kopartamıyordu.
  • Enkazda elime içi para dolu bir cüzdan geçti. Sağıma soluma baktım, o anda o parayı ne yapacağımı, kime bırakacağımı bilemedim. Hepsini yırtıp attım.
  • Dağılıp parçalanan, her yeri kaplayan tüm o dolap ve eşyaların arasında, altında cenaze arıyorduk.
  • Ekmek, su dağ gibi yağıyordu. Elime bir yardım poşeti tutuşturdular, içinde envai karışık giyecek varmış. İki gün yanımda taşıyıp ne yapacağımı bilemedim, sonunda bir kenara bıraktım.
  • Deprem gönüllülerinin arasında eteğiyle, belinde omzundan sarkan çantasıyla gelen genç bir kızcağız vardı. Tek başına, ekipmansız, orada o şekilde ne yapacağını çok merak ettim.
  • Dördüncü gün yetkililer bizi uyardılar, gidin artık diye. Ben kabul etmeyip kalmaya karar verdim. Akşam çadır bölgemize 25 yaşlarında genç bir grup talana geldi, eşyalarımızı zor kurtarıp son anda uzaklaşabildik.

Tüm “resmi” yetersizliklerin ve liyakatsizliğin yanında beni şaşkınlığa uğratan bir durum, büyük şehirlerdeki vatandaşların örgütlenmesi ve bir “duygu seli” ile bölgeye yardım toplamaya çalışmasıydı. Yine bir arkadaşımın sözleri ister istemez kulağımda çınlıyor. Bana “duygu” ve “duygulanım"dan bahsetmişti bir zamanlar. Duygu, hepimizin bildiği malum bir durumken, duygulanım duyguyu akıl süzgecinden geçirip kendi varoluşumuzla bütünleştirerek eyleme çevirdiğimiz bir hal. Bana öyle geliyor ki, bizim ülke (ve kültürümüzde) duygu ziyadesiyle var. Bu, bir anlamda çok da güzel birşey; bizi insan yapma yolunda çok önemli bir edinim. Depremin hemen sonrasında evine depremzede alan insanlar, çocuğunun botunu ayağından çıkartıp bölgeye gönderen insanlar, bölgede kasa kasa ekmek, yemek dağıtan insanlar çok oldu. Ancak diğer taraftan tartıyorum, depremin üzerinden 1 ay geçti ve gündemimiz önümüzdeki seçimler ve hayat pahalılığı. Gölcük depremi üzerinden 10 yıldan fazla süre geçti, bir arpa boyu yol katedilmedi. İstanbul’da olan son hissedilir depremin üzerinden 5 yıl geçti, kendi eşim dostum bana o dönem sorduğu sorularla geliyor… Şu yaz gelsin, herkes bir eller havaya yapıp dönsün, ne diyeceğimi ben de bilmiyorum.

Tonum ister istemez öfkeye dönüyor, bağışlayın. Niyetim başka. Deprem gibi büyük felaketler başımıza geldiğinde, tek başımıza aslında bir hiç olduğumuzu görelim, örgütlenelim. Apartmanımızda komşularımızla bir araya gelip birbirimizin iletişim numaralarını toplayalım, mahallede bu bilgiler bir-iki kişide yedeklensin, felaket anında kim sağ kim değil tespit edebilelim - bu insanların yakınlarına ulaşmaya çalışalım. Mümkünse mahallemize bir deprem containerı getirtelim; tulumlarımızı makarnalarımızı bu containerda stoklayalım. Toplanma alanları yetersiz, bunlar için başvuruda bulunalım, muhtarlıklarımızdan destek isteyelim. El ele verip, birbirimizin uzmanlıklarını öğrenelim, felaket öncesi koordine olalım, şimdiden işbirliği yapalım. Depremde kimse bize zamanında yetişmeyecek, bunu defatle gördük, birbirimizin elinden tutalım. Mimarımız, mühendisimiz araştırsın; oturduğumuz binanın projesini kim hazırlamış, müteahitinin geçmişinde bıraktığı izler iyi mi, kötü mü bakılsın. Doktorumuz, hemşiremiz felaket öncesi ilk yardım hazrılıkları yapsın. Öğretmenlerimiz felaket anında çocuklarımızı bilsin, bulsun, toplasın, onları birarada tutsun… Birlik olalım, sorunları beraber tanımlayıp beraber çözelim. Tek başımıza bu zorlukları ortadan kaldırmamız mümkün değil, sadece kendimizi kurtarmanın, sağlam eve çıkmanın ya da kendimize deprem çantası hazırlamanın telaşına düştüğümüzde yok olup gideceğiz, bunu beraber görelim.

Mal varlıklarımızın, eşyalarımızın hiçbir değeri yok. Yerlere serdiğimiz Iran halılarımız, gümüş takımlarımız, evde kasalarda sakladığımız altınlarımız, valizlerdeki dolarımız, enkazda ayak bağından başka birşey olmuyor. Üstüne üstük, talana davet çıkartıyor, bizi kurtarmaya gelenlerin işini zorlaştırıyor. Lüzumsuz eşya stoğu yapmaktan vazgeçelim, sadece ihtiyacımız olanı saklayalım. Deprem olsun veya olmasın yaşam bir yerde sonlanacak. Bu felaket, bize medyanın pompaladığı acizlik duygusunu ve korkuyu değil, yaşama dair önümüdeki zamanın ne denli kıymetli olduğunu hatırlatsın. Tek başımıza yaşayamayacağımızı, birbirimize el uzattığımız ve dokunabildiğimiz ölçüde insan olduğumuzu, evlerimizin birer yuva ve barınak olduğunu, ötesinin önemi olmadığını hatırlatsın.

Unutmayalım. Yıllardır ülkenin başına gelenlere ağlamak ve sızlanmaktan öte olanları, yaşadıklarımızı hatırlayalım ve duygularımızı kendi bütünlüğümüz içinde eyleme dönüştürelim. Sadece deprem değil, hepimiz son yüz yıla bir anlamda tanık sayılırız. Bizi biz yapan değerlere bir zarar geldiğinde, bunun tekrar yaşanmaması için çabalayalım. Betona tapmaktan vazgeçelim, tapanların prim yapmasına izin vermeyelim. Dört beton duvar arasında “depremi bekleyerek” veya ondan kaçarak yaşam olmayacağını görelim, tabii olana dönelim. Bu deprem bize ayna tutsun, gerçekten kim olduğumuzu ve nasıl yaşamak istediğimizi bulalım. İnanıyorum ki bu yolda ilerlediğimizde, sırf kendimizi kurtarmayı düşünmekten, büyük kentlerde sadece para pul peşinde koşup yaşamımızı heba etmekten kurtulabiliriz. Çevremize dokunup, yaşama katılabileceğimiz, kendimizi keşfedip gerçekleştirebileceğimiz zaman kısıtlı. Deprem bize bir anlamda sonu hatırlatsın, olana sıkı sıkı sarılalım, doğru olanı, iyi olanı yapalım, beraber hakkını verelim yaşamın…

Yoruldum, ne yazacağımı bilemiyorum. Son söz olsun bağlamış olayım… Çok sevdiğim şairimi de anarak; bir gün başarır ve gerçekten çıkarsak, varsın Istanbul’u vursun deprem - biz, bize düşeni yapmış olalım, “yaşadım” diyebilmiş olalım.