Heykeltraş arkadaşımın atölyesinin bir köşesinde, ağaçtan oyulmuş duruyordu palto. “Palto mu?” soruma, “Gogol’un” demişti… 35 yaşından sonra edebiyatla tanışınca, biraz utanıyor insan bilmeme durumuna.

Aradan geçen yıllar ve biraz okumalardan sonra kitapçıda gözüme girercesine asmışlardı Dostoyevski’nin meşhur sözünü: Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık. Sanırım zamanı geldi dedim kendi kendime. Rafa gittiğimde popüler Rus klasiğini Savaş ve Barış ağırlığında bir eser olarak beklerken, incecik bir kitap çıktı karşıma… Namı bu kadar yürümüş gitmişken, bu kadar “kompakt” olabilir mi? diye düşünerek aldım kitabı.

Bir solukta okudum. Korktuğumun aksine, ne betimlemelere boğulmuş ne de ağdalı dili olan, aksine su gibi akıp giden bir masalmış Gogol’un paltosu. Kim bilir, belki bu yazı sayesinde sizin de iç sesiniz yakın zamanda “sanırım zamanı geldi” der.

UYARI: Bundan sonrası kitap ve kitapla ilgili görüşlerimden oluşuyor. Eseri okumadıysanız, devam etmeniz merakınızı kaçırabilir, okumanızın otantikliğini bozabilir. Bu durumda kitabı okuyana kadar devam ara vermenizi tavsiye ederim.


Kitabı okuduktan sonra baktığım birkaç yorum ve kitabın arka sayfasındaki özet beni çok şaşırttı. Gogol’un “küçük adam"a övgsü (onu topluma dahil etmesi) olarak nitelenen eserde ben yazarın başka birşey görüp yazmış olabileceğini de düşünüyorum.

Kahramanımız Akakiy Akakiyeviç, bir “kopyacı.” Bir devlet dairesinde yazıları temize çekiyor. Kendinden kattığı bir duygu, düşünce yok, zamanının daktilosu adeta. Kahraman’ın yaşantısı da bir o kadar boş. Arzusu, tutkusu olan birisi değil. Mesaisini bitirdikten sonra evine gidiyor, keyfi yerindeyse işyerinden götürdüğü yazıları gaz lambası sönene kadar temize çekmeye devam ediyor.

Kıt kanaat geçiniyor Akakiyeviç. Arzusu, tutkusu olmadığı gibi, bomboş yaşantısında gözünde para ya da hırs da yok. Ruhu da yaşamı da “yoksulluk” içinde geçiyor kahramanın. Ta ki bir gün eski, dökük paltosu yırtılana kadar…

Terzisinin de pohpohlamasıyla, yırtılan paltosunun yerine yenisini koymak için yemiyor içmiyor, en iyi kumaştan, en iyi malzemeden kendine bir palto diktiriyor. Aylarla aç sefil kalarak diktirdiği bu palto, sonunda müthiş oluyor. İşyerinde yüzüne bakmayan arkadaşları bile hayran kalıyor, onu hiç çağırmadıkları akşam çaylarına davet ediyorlar. Yaşantısında varolamamış, silik kahramanımız, paltosuyla toplumunun gözbebeği haline geliyor.

Derken bir gece (paltosuyla ilk dışarı çıktığı gece), paltosu çalınıyor. Paltosunun bulunması için karakolun yedi kademesinden yardım istiyor, fakat en sonunda başkomiserin aşağılaması ve azarlamasıyla üzüntüsünden ölüp gidiyor…


Toplumdaki yoksulluktan, küçük adamdan, devlet bürokrasisinden “ye kürküm ye” düzenine kadar pek çok şey söylenebilir… Hikayede pek çok “kötü karakter” bulunabilir. Ancak benim ilgimi çeken başka birşey oldu.

Diğer hepsinin yanında kötü karakterin ruhsuzluğu ve tutkusuzluğuyla kahramanımız da olabileceğini düşünüyorum. Yaşamdan hiçbir mutluluk duyman Akakiyeviç, gerçeği bir “palto"yla yaratmaya çalışır. Bu gerçek de elinden alındı mı, hortlak şeklinde şehrin gecelerinde dolaşır, gelen geçenden “paltosunu” (belki kendince yaşamadığı yaşamını) geri almaya çalışır.

Yaşamın “para kazanmak, mevkii kazanmak, mal-mülk sahibi olmaktan"tan öte olduğunu 1842 yılımda yazmış Gogol. Kitabın dili, içeriği ne şekilde düzenlenmiş olursa olsun, özünde insan var; yazdıkları bügün de gerçekliğini korumaya devam ediyor.

Palto, Nikolay Gogol, İlk baskı: Sobraniye Soçineniy, tom 3, 1842, Can Yayınları, 3. baskı, 2020

Kitap yayınevi sayfasına erişmek için buraya tıklayabilirsiniz

Kitap Kapağı